Şemdinli Kaymakamı Ali Fuat Güven, sınır köylerini denetlemeye çıkmıştı. Bu çerçevede uğradıkları ve Türkiye-Irak sınırının sıfır noktasında yer alan köyün bir bölümü Irak toprakları içinde kalıyordu. Sınırın çok da belirgin olmadığı bu bölgede Ali Fuat Güven bir ara kendisini Irak tarafında buldu. Birden çevrenin “western” filmlerindeki gibi silahlı adamlarla sarıldığını fark etti. Gerçi kendi güvenlik görevlilerinde de silah vardı ama neye yarar; “yerli”ler, mukayese kabul etmeyecek bir sayısal üstünlüğe sahiptiler.
Yaklaşan adamlar sadece Kürtçe konuşuyordu. Anlaşmak da mümkün değildi. Neyse çat pat Türkçe konuşan biri bulundu. Bu sayede Ali Fuat, kendisinin kaymakam olduğunu, köylerin ihtiyaçlarını daha yakından anlamak için dolaştıklarını ve kötü bir niyetlerinin bulunmadığını izah edebildi.
Bu açıklamalar adamların tavırlarında ve yüz ifadelerinde gözle görülür bir değişiklik yarattı. Kaymakamı ve yanındakileri ısrarla derme çatma bir yapıya buyur ettiler. Çabucak yastıklar, halılar bulup buluşturdular. Rahat bir ortam yarattılar; çay demlediler.
Ve istekler başladı!... Evet yanlış okumadınız, Kuzey Iraklılar Türkiye’nin kaymakamından isteklerini ardı ardına sıralamaya başladılar. Yol lazımdı, okulları yoktu, elektrik istiyorlardı. O sırada kapıdan biri odaya girdi. Koltuklarının altındaki çocukları karpuz gibi pat, pat, pat diye kaymakamın önündeki halının üzerine attı. “Bu çocuklar hasta kaymakam beyim, doktor yok, sağlık ocağı yok, ne olacak bunlar” diye soruyordu; Kürtçe tabii!… Kimse, Ali Fuat’ın Türkiye Cumhuriyeti Kaymakamı olduğunu ne anlamıştı, ne de anlatabiliyordu. Onlara göre kaymakam kaymakamdı. Onlar da hangi kaymakam kendilerine yol, su, elektrik, okul, sağlık ocağı sağlarsa onun yurttaşıydılar.
Kaymakam Ali Fuat’ın sınırdaki Kürt köyünü “siyasi amaçla” ziyaret etmek herhalde aklından dahi geçmemişti. Ama yıllar sonra kendi aklınca “Kürt Şehri Diyarbakır”ı ziyaret ederken İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindt’in dürtüsü siyasetten başka bir şey değildi elbette. Diyarbakır’ın pazar yerinde “Kürt” kadın satıcıya hal hatır soran Anna Lindt bir yığın şikâyet dinledi. Kadın Anna Lindt’e sorunlarına çözüm bulunması için adeta yalvarıyordu. İşin asap bozucu tarafı ise Anna Lindt’in kadına, kendisinin Türkiye’nin değil İsveç’in bakanı olduğunu hatırlatmak yerine “biz de zaten sorunlarınıza çözüm bulmak için buradayız” gibilerinden bir yanıt vermesi idi.
Bu iki olay bana, Hindistan’ın kurucusu büyük insan Gandhi’ye atfedilen bir sözü hatırlattı: “Hiçbir güç yoksulların karşısına ekmekten başka bir kılıkta çıkmayı göze alamaz”.
Günümüzde devletlerin dört temele dayandığını söyleyebiliriz. Bunlar yurt, ulus, ortak ülkü ve ortak refahtır.
Sözü edilen dört temel arasında devletin başlangıç noktası, yani bir anlamda ana sermayesi ortak ülküdür. Çünkü, ortak ülkü olmadan herhangi bir yeryüzü parçası yurt olmaz; herhangi bir insan topluluğu ulus olmaz; ortak refah aşamasına da zaten geçilemez.
Ancak, devletin ana sermayesi olan ortak ülkü, yeterli bir süre içinde ortak refaha dönüştürülemezse, bu defa da ortak ülkü yorgun düşer; ana sermaye tükenmeye başlar. Devlet, uyruğunda bulunmaktan mutluluk duyulmayan bir kurum haline gelir. Ulusu oluşturan dini, kültürel, etnik parçalar yapıştırılamaz olur. Yurt, terk edilmekten gocunulmayan ya da korunma sorumluluğu duyulmayan bir yeryüzü parçası haline gelir.
Dünyamızın siyasi akım ve etkilerine göre bu gevşeme ve dağılma süreci daha da büyük hız kazanabilir; çünkü bir devletin çöküp dağılmasından kendine yarar sağlayacak başka devlet veya devletler dünyada çoğu zaman mevcuttur.
Cumhuriyetimiz, ortak refahı uyruğundaki insanları tatmin etmeyen ve ortak ülküsünü tüketmiş bir devletin, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesinden filizlenen yeni bir ortak ülkü ile doğmuştur.
Bu ortak ülküyü oluşturanlar ve gereğini yapmaya soyunanlar, Osmanlı İmparatorluğu bakiyesinin sorumluluk duygusuna sahip aydın ve seçkin insanlarıdır. Cumhuriyetimizin varlığını borçlu olduğumuz bu insanlar, Mustafa Kemal’in önderliğinde bir araya gelen Harbiyeliler, Mülkiyeliler, Tıbbiyeliler, bir kısım eşraf ve aydın din adamlarıdır. Kurtuluş Savaşımızın bir halk hareketi haline gelmesi, hele savaştan sonra Cumhuriyet Devrimleri’nin yürürlüğe konması, kararlı, inançlı ve hepsinden önemlisi, canları dâhil her şeylerini ortaya koyacak kadar özverili bir aydın kitlenin, halka örnek teşkil etmesiyle mümkün olmuştur.
Bu yurtsever aydınlarımızın kafalarında taşıdığı ve muhataplarına derece derece açıkladığı yeni ortak ülkü, zamanın şartlarına göre birçok yönden devrimci niteliktedir. Böylesi bir devrimci yapıya sahip ortak ülkünün tam mutabakatla benimsenmesi de elbette kolay olmamıştır.
Ancak yeni ortak ülkünün kararlı, inançlı ve özverili sahipleri, bu nitelikleri sayesinde yarattıkları katılımlarla ve onun da sayesinde kazandıkları askeri başarılarla, taraftar halkalarını genişletebilmiş ve karşıtları da sindirilebilmiştir.
Çünkü, ortak ülkünün devrimci esaslarını öneren ve dayatan insanlar, kitlelerin gözünde yurdun, ulusun ve yeni şekliyle de olsa devletin kurtarıcısıydılar. Dolayısıyla millet nezdinde bunları önermeyi hatta dayatmayı haklı kılacak nedenlere sahiptiler.
Yoksul devletin imkânları ile yurt içinde ve yurt dışında eğitilen heyecan sahibi gençler, gözlerini kırpmadan mahrumiyet dolu yörelerde demiryolları, fabrikalar, çiftlikler kurmaya, madenler açmaya, öğretmenlik yapmaya koşmuşlardır.
Ancak bundan sonra gelen seçkin kuşaklar, yani Cumhuriyet’in varlığından yararlanarak bir şeyler edinmiş nesiller, devletin enerjisi, ulusun zamkı, yurdun maddi envanteri olan ortak refahı yeterince sağlayamadılar.
Çünkü, tatmin edici bir ortak refahın gerektirdiği üretim, hukuk ve ahlak düzenini kuramadılar. Kendi kararlılık, inanç ve özverileri ile örnek teşkil edemediler. Ortak refah yaratma yolundaki ‘Kurtuluş Savaşı’nda başarılı olamadıkları için de halktan, ortak ülküye sahip çıkılmasını talep edemediler.
Böylece geniş kitleler, kalkınmanın aktif unsurları haline gelemedi. Ortak refah doğamadı.
Refahtan nasibini alamayan kitlelerin mutsuzluğunu yatıştırmak için ortak ülkünün sembolleri, artan ölçüde piyasaya sürüldü. Bayrak, Atatürk büstleri, bilinen deyimiyle ‘Vatan, Millet, Sakarya’ edebiyatı aldı yürüdü. En değerli kavramlarımız, ortak refah yaratma konusundaki başarısızlığımızı örtmek amacıyla sulandırıldı. Yeni kuşaklarda, bu sembollere sarılmanın, vatansever bir Cumhuriyet yurttaşı olmaya yeteceği gibi çok yanlış ve sapkın bir inanç yaratıldı. Bütün bunların sonucunda yurt, ulus, Cumhuriyet sinsice sorgulanmaya başladı. Cumhuriyeti öteden beri içine sindiremeyenler, bu yıkıntıya işaret edip ‘işte sizin Cumhuriyetiniz’ diyebilme fırsatını buldu.
Gerek Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden sonra bu işlerin neden iyiye gitmediğini anlamak, gerek bundan böyle nasıl düzelebileceğini görmek için şu gerçeği idrak etmek şarttır:
Ortak refah yaratılmadan bu iş yürümez!...
Ortak refah, kime, neyin, nasıl yapılması gerektiğini buyurmakla, protesto yürüyüşleri düzenlemekle, ışık yakıp söndürmekle, tencere tava çalmakla, rozet takmakla, konser dinlemekle yaratılmaz.
Ortak refahın nasıl yaratılabileceğini anlamak için, 1940’lara kadar “Cumhuriyet’ e Kanat Gerenler” ’in neler yaptığını örnek almak gerekir.
Dünkü Harbiyeli’lerin, Tıbbiyeli’lerin, Mülkiyeli’lerin yaptığına eğer bugün onlarla birlikte örneğin Boğaziçi’liler, ODTÜ’lüler, Bilkent’liler, bunlar kadar değerli daha niceleri ve hatta yurtdışında okuyan onbinler olarak soyunmazsak, ortak refahın gerektirdiği üretim, hukuk ve ahlak düzeninin kurulması için aynı kararlılık, inanç ve özveri ile ikinci Kurtuluş Savaşı’nı başlatamazsak, Cumhuriyeti’mizi tehdit altından kurtaramayız.
Çünkü gerçek tehdit kaynağı ortak refahın olmayışı, yani yoksulluk ve dengesizliktir. Çözüm de bunu yenmekten geçer. Diken battığı yerden çıkartılır.
Prof.Dr. Tahir ÖZGÜ